Ayağıma diken batıyor, canım acıyor.
Neden diye sormalı mıyım?
Çünkü ayak benim ayağım.
Ve ben başımla, ayağımla, etimle tırnağımla, ruhumla bedenimle bir insanım. Varım ve varlığım bu birliğe bağlı.
Ayağım kopsaydı ve haberim olmasaydı, tırnağım üzerine konan közün acısını yüreğimde duymasaydım ben ben olmazdım.
Beni ben yapan tüm organlarımın birbirine bağlı olması ve hepsine birden de ruhumun hâkim olması, başımla ayağımdaki tırnağa aynı canın nüfuz etmiş olması… İşte o yüzdendir ki ayağıma diken batınca acısını duyuyorum ve bütünüyle canım yanıyor.
Müminler/ Ümmet de böyle olmalıydı.
Sevgili peygamberimiz de bu gerçeklik üzerinden müminleri tek bir bedene benzetmiyor muydu? [Câmiu’-ulûm ve’l-hikem, I, 336] Ümmetin kimi baş kimi ayak olsa da hepsi birden tek bir beden gibi değil miydi? O yüzden Yemen’e ateş düşmüşse İstanbul onu yüreğinde hissetmeli değil miydi?
Malum değerler dizisinde korunması gereken beş küllî esas vardır ve bunlar da kendi içlerinde sıralıdır. Bu cümle değerlerin başında Canın korunması gelir. Dinin korunması da yerine göre –özellikle kamuyu ilgilendirmesi durumunda- birinci sıraya yükselebilen önemli bir değerdir. Dinin korunması için bir takım sınır çizgileri mahiyetinde haramlar vardır. Bir kimse o sınırlara riayet eder ve berisinde durursa Müslüman kimliğini ızhar etmiş ve korumuş, kim de o sınırı aşarsa kimliğini kaybetmiş olur. Âdem babamızın mahiyeti her ne ise kendisine yasak edilen Şecere/ Ağaç sınır çizgisini aşması ile birlikte cennetlik kimliğini kaybedip dünyalı hale gelmesi gibi.
Ne ki tevbe kapısı hep açık da düşenin kendisini toparlayıp ayağa kalkması imkânı hep mevcut ve bu bizi kurtarıyor.
İmdi dini koruma babında sınır çizgileri mahiyetinde getirilen haramlar arasında meyte ve domuz etinin yenilmesi de var. Müslüman meyte ve domuz yemez.
Peki ya canını korumak için bunları yemek zorunda kalırsa yani dinin haramlarına saygı ilkesi ile canı koruma emri karşı karşıya gelirse ne yapılmalı?
Bu konuda hemen akla gelen cevap canın korunması esasının öncelenmesi olacaktır. Nitekim ulemanın görüşü de böyledir. Lakin bir Müslüman için Müslüman ülkesinde böyle bir çaresizlik hali mümkün müdür?
Rahmet olsun Endülüs’ün büyük âlimi İbn Hazm’a! Bakın ne diyor:
Naçar kalan bir Müslümanın meyte yahut domuz eti yemesi helal olmaz. Tabii bu birlikte yaşadığı Müslüman ya da zimmî kimselerde kendi ihtiyaçlarından fazla yiyecek maddesi bulunması halinde böyledir. Çünkü fazladan yiyecek sahibi olan kimsenin açı doyurması boynunun borcudur (farz). Hal böyle iken bir kimsenin meyte yahut domuz eti yemek gibi bir çaresizlik/ zaruret durumu içinde olması söz konusu olamaz.
Naçar durumda olan kimse bu durumda kendisinde fazla yiyecek olan ve vermeye yanaşmayan kimse ile vuruşma hakkına sahip olur. Eğer öldürülürse katile kısas uygulanır. Eğer vermeyeni kendisi öldürürse, öldürülen Allah’ın lanetine gider. Çünkü bir hakkı engellemiştir. O bu haliyle taife-i bâğiyedir. Allah Teâlâ bâğîlerle ilgili şöyle buyurmuştur:
Eğer biri (hukuka riayet etmeyip) ötekine karşı haddi aşarsa (bağy), Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar haddi aşan tarafa karşı savaşın.
Hakkı sahibine vermeyip engelleyen kişi, kendisiyle savaşılması emredilen bâğî’dir. Hz. Ebu Bekir zekâtı vermeyenlerle işte bu yüzden savaşmıştır. Tevfik Allah’tandır. [el-Muhallâ, IV, 31]
Din ve dindarlık işte böyle bir şey!
Mala da dokunuyor, davara da!
Yemen acından ölürken İstanbul tıkınıyorsa sağlıklı bir İslam ümmeti bedeninden değil sinir uçları dumura uğramış bir et yığınından söz edilir ancak.
Sana Allah yolunda ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: "İhtiyaçtan arta kalanı."
Almak kolay vermek zor.
Öyle olunca da dindarlık hakikaten zor!
Sarp yokuş mu ne?
Yokluğun, yoksulluğun, çaresizliğin boyunduruğundan insanları kurtarmak demek olan sarp yokuş.
Yoksulluğun kaderimiz olduğu inancının önümüzü kestiği
sarp yokuş!
Selam olsun zoru başaranlara!
Dua ile!
13.01.2019
GARİBCE